Arşiv

Posts Tagged ‘Breton’

Dadaizm’e Dadanmak P3

20 Aralık 2009 Yorum bırakın
Orhan Veli’nin Varlık’ın 321. sayısında “Ciddi” isimli bir düzyazısı yayınlanır. O kadar güzel bir yazıdır ki bu büyükçe bir bölümünü alıntı yapıyorum:

Birtakım insanlar dünya işlerini, ciddi olan işler, ciddi olmayan işler diye ikiye ayırıyorlar. Böyle bir tuhaflığı zaman zaman kendimde düşünmüş olmalıyım ki bugüne kadar o adamlara: Hangi işler ciddidir, hangisi değildir? yahut da ciddiden neyi kastediyorsunuz? diye sormadım. Ne cevap verirlerdi, kesin olarak bilmiyorum herhalde kendileri de bilmezler- ama az çok kestirebiliyorum. Mesela bazılarına göre, ilim ciddidir, sanat değildir; nesir ciddidir, şiir değildir; tragedya ciddidir, komedya değildir; olgun adamlar ciddi işlerle uğraşır; ciddi olmayan işlerle uğraşan adamları ciddiye almamak lazımdır Bakıyorum, bir zat, günün birinde bir hikâye kitabı çıkarıyor. Ama kendisi ciddi olduğu için, ciddi mevkiler elde etmiş olduğu için kitabının üstüne imzasını koymuyor. Öyle ya, politika işleriyle uğraşmış, yüksek mevkilere çıkmış; yakışık alır mı bu kadar önemli bir zatın hikâye gibi gayri ciddi bir esere imzasını atması? Bu memleketin yüzlerce politika adamı yetiştirip, beş tane hikayeci yetiştirmemesi mühim değildir. Mühim olan ciddiyettir. Yüz sene sonra bugünün ünlü politikacısını kimsenin bilmeyeceği, fakat gerçek bir hikâyecinin asırlarca yaşayacağı meselesi de mühim değildir. Tek, bugün ciddiyeti elden bırakmamak lazım Bence, ciddiyet işi benimseyiştedir. Yani bir iş, o işi gören tarafından ciddiye alınıyorsa ciddidir, alınmıyorsa değildir Sahneye çıktığı vakit tir tir titreyen bir komedi oyuncusu, çatık kaşlı insanlar karşısında bir konferans irad eden bir bilginden daha az ciddi değildir; en az onun kadar ciddidir. Demek ki ciddiyet, işte değil, işi görende; daha doğrusu işi görüş şeklinde Ciddiyet, edebiyata, galiba lugat parçalama hastalığından miras kalmış. Nihayet o hale gelmiş ki bir edebiyat eserinin ciddi sayılabilmesi için anlaşılmaz bir dille yazılması şart olmuş. Bir makalede hiçbir fikir bulunmayabilir; ama mutlaka cafcaflı bir dille yazılmalıdır. İstediğiniz kadar fikir söyleyin, açık bir dille, halkın diliyle konuşuyorsanız beş para etmez. Satamazsınız kendinizi. Ciddi insanlar karşısında duyduğum üzüntü, bana, şairliğimi düşündüğüm zaman daha ağır geliyor. Kimi zaman da ne olurdu diyorum, ben de onlar gibi ciddi olabilseydim! O zaman ciddiyeti emeğimde aramayacak , şatafatlı edamla yetinip rahat edecektim. Öyle olabilseydim her halde Rakı şişesinde balık olsam demezdim. Ciddiyet manasında olan sözler söyler, nutuk gibi şiirler yazardım. Varsın şiir olmasın Rakı şişesinde balık olsam diyeceğime mesela insanlık kan ağlıyor der, daha çok ciddiye alınırdım.Ama değil. Ben de biliyorum ciddinin ne olduğunu. Gördüğüm işin iş olduğuna, güç olduğuna inanmak istiyorum. Şiir mi söyleyeceğim, her şeyden evvel şiir söylemeliyim. Romancı mıyım, her şeyden evvel roman. Hiçbir şey olmadan ciddi olmak! Ne yalan söyleyeyim, aklım ermiyor buna!
(Varlık, 1947, Sayı:321)

Orhan Veli, tuhaf bir Fransızın tuhaf bir şiirini Türkçeye çevirmiş ve 19 Mart 1946da da yayınlamıştı. Şair Charles Cros, şiirde (artık dünyanın en ünlü şairlerinden kabul edilen) Le Hareng Saur ya da bizim dilimizle söylersek Çiroznameydi.
Çirozname

Beyaz kocaman bir duvar – çıplak mı çıplak
Üzerinde bir merdiven – yüksek mi yüksek
Duvar dibinde bir çiroz – kuru mu kuru
Bir herif geldi elleri – kirli mi kirli
Tutmuş bir çekiç bir çivi  sivri mi sivri
Bir büyük yumak da sicim  zorlu mu zorlu
Çıktı merdivene derken  yüksek mi yüksek
Mıhladı sivri çiviyi  tak tak da tak tak
Duvarın ta tepesine  çıplak mı çıplak
Attı çekici elinden  düş Allahım düş
Taktı çiviye sicimi  uzun mu uzun
Astı ucuna çirozu  kuru mu kuru
İndi merdivenden tekrar  tıkır da tıkır
Sırtında çekiç merdiven  ağır mı ağır
Çekti gitti başka yere  uzak mı uzak
O gün bugündür çirozcuk  kuru mu kuru
Mezkur sicimin ucunda  uzun mu uzun
Nazikçe sallanır durur  durur mu durur
Ben bu hikayeyi düzdüm  basit mi basit
Kudursun bazı adamlar  ciddi mi ciddi
Ve gülsün diye çocuklar  küçük mü küçük.
Crosun Le Hareng Saur adlı şiirinin tercümesini Ulus gazetesinde neşrettiğim zaman birçok kimse bunun tercüme olduğuna inanmadı. Hakları da yok değildi. Çünkü Cros, yalnız bizim memleket için değil, Avrupa memleketleri için de az tanınmış bir şairdi. Bundan aşağı yukarı yirmi sene evvel çıkmış bir antolojide ondan bahseden bir muharrir (yazar) Fonografiyi diyor, Edisondan evvel icad eden odur. Ama ne yazık ki (patent almak için gecikince) bu keşfi unutuldu. Onun (sayısız deney yapması ya da büyük bir mucit olduğunun unutulması bir tarafa; işin hazini büyük bir şair olduğunun da unutulmasıdır. Verlaine ondan Bir deha diye bahsediyor. Crosun anlaşılması ve ciddiye alınması için aradan aşağı yukarı bir asırlık bir zamanın geçmesi icap etti diye yazar Orhan Veli sonraları.

Şimdi düşünelim; Fransızların 1977 yılında pula bastığı tuhaf bir bilim adamı bir şiir yazıyor ve o şiir dünyanın en ünlü şiirlerinden biri kabul ediliyor. Sonra? Sonrası yok. Chat Noir denen Fransız usulü kabarelerde söz cambazlığı ve laboratuarda geçirilmiş bir ömür. Uzmanlık? O da yok.

İyi de arkadaş, nesin sen, ya da kimsin? Niye bu kadar alaycısın hayata karşı? Tamam anladık hayatı hafife alıyorsun ama, ama sen sanki sanki kendini de hafife alıyorsun? Belli ki zekisin Deha diyenler var sana. Tutup tek şiirle dünyalı olabiliyorsun da yine de hiç ciddi bir adama benzemiyorsun. Ciddilik ya da özgünlük, kurmacasız özgürlükle ilgili bir şey değil mi yoksa?…Kafamı bulandırma Cros! Neyse, biz yine de ciddi olup Çiroznameyi okuduğumuzda içimizden gelen gülümsemeyi ve zeka dolu derin eleştirinin yüzümüzü aydınlatmasını kimselere göstermeden, dadacı olduğunu bilmeyen başka bir dadacıyı anlatmaya geçelim. (Charles Cros sadece 46 yıl yaşadı…1842-1888…Uzun zamandır adına önemli sayılacak bir müzik ödülü verilmektedir. Ruhi Su ve Tülay German bu ödülü kazanmış Türk müzisyenleridir.)


Mark Twain

Aşağı yukarı aynı yıllarda doğmuş bir deha da, Samuel Langhorne Clemens daha çok bildiğimiz adıyla Mark Twaindir. Twain 1935 yılında doğmuş bir Amerikalı yazardır. Köleliğin yasal olduğu günlerde Huckleberry Finn gibi ırkçılığa karşı duran muhteşem bir roman yazacak kadar cesur, kurduğu matbaasında kitap basabilmek için batmayı göze alacak kadar da delidir. Her zaman hayranlıkla okuduğum bu ön dadaist öyle bir iki sayfaya sığacak adamlardan olmadığından bence onun tarihe kazınmış zeka pırıltılarıyla dolu anekdotlarının birkaçından söz edip yolumuza devam edelim.

Dada şiiri örneği

Mark Twain ünlü olduğunda bir gazeteci onunla söyleşi yapmak ister. Her iki adam karşı karşıya otururlar. Gazeteci sorar: Efendim kendinizle ilgili ilginç bulduğunuz bir çocukluk anınızı bizimle paylaşmak ister misiniz? Twain bir an durur, derin bir iç geçirme sesinden sonra son derece sakin bir sesle anlatmaya başlar: Ne anlatayım ki kendimle ilgili? Ben var olduğumdan bile emin değilim. Gazeteci şaşırır: Nasıl yani, pek anlayamadım efendim? Varsınız işte. Karşımdasınız ve konuşuyoruz ya! Mark Twainin yüzüne alaycı bir gülümseme yayılır: Bakın sayın gazeteci benim bir ikiz kardeşim vardı. Onunla o kadar birbirimize benzerdik ki, kuzu gibi boynumuza taktıkları renkli bir kurdeleyle bizi birbirimizden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kurdelelerimizi çıkarttık. Sonra da  şanssızlık bu ya  birimiz suyun içinde boğuldu. Ne acı değil mi? Asıl acı olan hangimizin boğulduğunun hiçbir zaman anlaşılamaması bence Şimdi sizce ben kendim miyim yoksa ikiz kardeşim miyim? (Gazetecinin şaşkınlığını tahmin edebiliyorum.)

Twain’in el yazısı

Mark Twain nedense gazetecilerle çok uğraşmıştır. Bir gün gazetenin birini açar ve aman Allahım o da ne; övgülerle bezenmiş bir halde kendi ölüm haberi(?) (Tabii ki bu bir yanlışlık) Ama Mark Twain bu, rahat durur mu? Alay etme fırsatı eline geçti, kaçırır mı? Yanlışlıkla ölüm haberini yayınlayan gazeteye hemen bir telgraf çeker: Öldüğümü öğrendiğim gazete haberinizi dikkatle okudum. Kendim için çok üzgünüm ama bir noktada sizi uyarmak isterim; ölüm ilanımı biraz abartılı buldum.

Mark Twain

Böyle adamlarla başa çıkmak herkesin harcı değildir ya, böyle adamlar da yazar olmasa bari. Allahın insanlara gazabı mıdır nedir, hem zeki hem de yazar oldu mu biri, vay dönem siyasetinin haline! Diyor ki Twain; hiçbir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim Nasıl? Bence muhteşem! Aynen al şimdiki Türk eğitim sistemine uygula! (Çocuklarımızın kaliteli ve doğru eğitim alması için onları milli eğitimden korumalıyız dediğimde haklı olduğumu bilen tüm seyircilerimiz nasıl da alkışlamışlardı beni) Ya da, eğitim her şeydir, çok kıymetlidir. Şeftali bir zamanlar acı bir bademdi; karnabahar üniversite eğitimi almış bir lahanadan başka bir şey değildir diyen Twainin zekasına ve dadaist yorumuna hayran olmamak mümkün mü? Tuhaf ve çok tehlikeli şu yazar tayfası.


Yine canının sıkkın olduğu bir gün sırf alay olsun diye Mark Twain oturup küçük kağıtlara, -Kaçın! Her şey açığa çıktı. diye bir notçuk yazar. Bu notun yazılı olduğu kağıtları yaşadığı kasabadaki evlerin posta kutularına atıp beklemeye başlar. Ertesi gün dört kişinin tası tarağı toplayıp kasabayı terk ettiğini görür ( Hadi bakalım her şeyi mantığıyla ve ciddiyetiyle çözeceğini sanan dodoy horoz tayfası, buyurun görün zekanın ve eleştirinin gücünü.

Mark Twain’in mezarı

Bilen bilir, ben yazılarıma görsel kaynak ararken mümkünse özgün, izleyici de emek harcandığına dair sempatik bir iz bırakan ya da az bilinen kaynakları seçmeye çok özen gösteririm. Her ne kadar yazı adamı olsam da, görsel kaynakçanın da önemli bir sanatsal lezzet olduğuna inanırım. Şu Mark Twain için seçtiğim fotoğraflara biraz daha dikkatli bakar mısınız lütfen! Gözlerine bakın! Nasıl da şeytanca bir derinlik, nasıl da zeki bir parlaklık var gözlerinde değil mi? (Yoksa bana mı öyle geliyor?) Neyse ne, bence bu adam dipsiz bir kara mizahçı, sınırsız bir tutku manzarasıdır. Masmavi, depderin, sımsıcak Mark Twain mezarında öyle uslu uslu yatıyor olamaz. Bakın rüzgarı duyan, yağmuru hisseden, kuşu, böceği, damlayan musluğu, çiçeğin kokusunu, sevgiliyi özlemeyi, yalansızlığı, bir çocuğun üşümüş yanaklarını avuç içine almayı bilenler daha iyi anlayacaklardır ki; insan seksen yaşında doğup on sekiz yaşına kadar yavaş yavaş yaşasa daha mutlu olur diyen Mark Twain ölmüş olamaz. Onun için ve tüm hınzırlar için; onlar gibi her günümüze hayatımızın en güzel günü olması için şans veren bir anlayışa inanan iyimser dadaistler olmalıyız bence. Kendimize bu şansı veriyor muyuz? Ya da herkesin beni onayladığını hissettiğim halde, hayatı kendisine zindan eden dostlara zorla, Mark Twain mi okutmalı, ne yapmalı?
Mark Twaine bulaşanlara, sigarayı bırakmak gibi aniden çekilmesini öneririm. Öyle cazip bir ayartıcıdır ki o, nerede şaka nerede ciddi olduğunu anlamak için bir iki günün geçmesi gerekebilir bazen. (Mark Twain, 1835  1910)
Alphonse Allais
Sadece Mark Twain değildir böyle zeka pınarı eserler veren. O dönemin havası mıdır nedir, kalem sallayan herkeste bir filozof duruşu, herkeste ince bir alay Örneğin Twainin dönemdaşı Alphonse Allais onlardan biridir. Allais, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında Fransada yetişmiş en güçlü mizahçılardan biridir. Mizahının sınırları bazen dadayı çağrıştıracak kadar ölçüyü zorlar bence. Bir öyküsü şöyle başlar: Bir varmış bir yokmuş, çok güzel bir genç kız varmış. Bu genç kız bir domuza aşıkmış yada Türkçeye Kimine Şampanya Dokunur adıyla çevrilen öykülerinden birinde dalgınlık üzerine şöyle bir ibareyle karşılaşırız: Adamın biri gözlüğünü kaybetmiş, onu arıyordu. Gözlüğünü bulup gözüne taktıktan sonra, hah şimdi daha iyi görüyorum deyip aramaya devam etmiş.

Allais de, Charles Cros gibi Chat Noir Kabaresinin müdavimlerinden, hatta kurucularındandı. Tuhaf saptamaları, (bence dadaya ulaşacak) görüşleri vardı. Evet mizahçıydı; ama dadacılara biraz insaflı bakabilseydik, onların saçma eylemlerinin arkasındaki zehir zemberek mizahi felsefelerini görebilirdik diye düşünüyorum çoğu zaman. Neyse biz Allaisnin dadayı davet eden görüşlerine dönelim. Dikkatsizlik üzerine Allais bir yazısında diyor ki; kalabalıkta kaybolmuş, sonra kendini bulabilmek için polis karakoluna gidip kendi eşgalini bildirmişti. (?) Bana zekanın boyutlarını göstermek adına delice bir akıl gibi görünen bu güldüren saptamalar inanılmaz geldi her zaman. İyi niyet üzerine dediğine bakalım bir de: iyi insanlar duvarda bir delik açarak, gece geç döndüğü zaman kapıcıyı uyandırmadan evine girmeyi akıl edendir. Barometreye bakarak saatin kaç olduğunu öğrenebilene becerikli; üstüne oturmadan önce kıçından özür dileyene terbiyeli denmesi gerektiğini söyleyen Allais sizce normal olabilir mi? Evet belki ona dadaist diyemeyiz ancak dadayı çağrıştıran bu tuhaf adamın aynı Mark Twain gibi zeka bombardımanına uğramış bir talihsiz olduğunu söyleyebiliriz. Böyle adamların ortak yanlarından en belirgini ise toplumlarıyla uyum zorluğu çekmeleridir.

Genellikle kısa mizah öyküleri yazan Alphonse Allaisde diğer dahi kuşak kalemşörleri gibi kısa bir ömür sürmüştür. Sadece 51 yıl. (1854 1905) Ancak bu kısacık ömürde saydam bir maskeyle bakmıştır hayata. Ruhundaki bitmez yalnızlık ve kederin yarattığı gaddarlığı, günübirlik ve ciddiyetten uzak notlarla hayata sunmuştur. Yani yazarak öcünü almıştır dengesiz hayattan. Onunla boğuşmak yerine hayata dil çıkarmayı tercih etmiştir daha çok.

Enis Baturun nitelemesi olduğunu sandığım bir tümce, Allaisyi en iyi açıklayan tümce gibi geliyor bana: Allaisnin zarif acımasızlığı öykülerinin yalın, lirik gövdesinin olmadık bir yerinde pusuya yatmıştır hep. Örneğin, yeni doğmuş çocukların beslenmesinde potasyum siyanürünün fazlaca kullanılmasının sakıncaları üzerinde ne kadar durulsa azdır düşüncesi onun öykücülüğe nasıl baktığına dair keskin bir ipucudur. Neyse, Türkiyede çok fazla bilinmemekle beraber, Kimine Şampanya Dokunur kitabından başka 1997 yılında Yurdakul Kavas tarafından çevrilmiş, İmge Yayınlarından çıkmış, Bir Sergüzeşt-i İstanbulin adlı bir kitabı daha olduğunu biliyoruz hiç olmazsa.

Elbette her bir hayat bağımsız bir inceleme konusudur kuşkusuz. Ancak biz merkezde dada dosyasına destek vermek için dada kokan ama dadadan önce yazmış yazarlardan bir iki seçki yaptığımızdan; yıkıcı karamsarlık tarihinden bir iki iyimser örnek seçmeye çalıştık. Son olarak biraz daha eskilere, hatta epey bir eskilere gidip bir din adamının dünya çapında ses getirmiş ilk dada görüşleri sayabileceğimiz kısacık ama çok ünlü çalışmasından söz edip yazımızı toplayalım.


1600lerin sonlarında İrlandalı bir din adamı olan Jonathan Swift diyordu ki; birbirimizden nefret etmemize yetecek kadar dinimiz var da, sevmemize yetecek kadar yok. Kilise şaşkın, yoldaki adam şaşkın Şimdi iyi bir şey mi bu, yoksa kötü mü? Swift elbette ki insana duyulan sevginin (her tür ve biçimiyle aşkın) tanrıdan gelen ve ona dönecek olduğu iddia edilen iyi niyeti anlatıyordu ancak karanlık ortaçağın böylesi hümanist bir sese vereceği yanıt sert olacaktır. (İleride göreceğiz ya, böyle söyleyen rahip Swift bir akıl hastanesine tıkılacak, orada da ölecektir.)

Swift 1729da sekiz sayfalık, ancak tarihe geçen miniminnacık bir kitap yayınlar. Kitabın adı çok ilginçtir: İrlandadaki Yoksulların Çocuklarının Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemek ve Onları Topluma Yararlı Kılmak Üzere Mütevazi Bir Öneri Okuyalım mı?

Bu koca kentin sokaklarında yürüyen veya taşrada geziye çıkmış herkes için; sokaklara, caddelere, evlerin kapılarına doluşmuş dilenci kadınlar ve peşlerinde yukarıdan aşağıya paçavralar içinde, yoldan geçen herkesi bir sadaka için rahatsız eden üç, dört ya da altı çocuk bir hüzün kaynağıdır Anne sırtında ve de peşinde dolaşan bu inanılmaz çocuk bolluğunun; krallığın bugünkü üzücü durumuna yeni yaralar eklediği konusunda, herkesin aynı düşüncede olduğuna inanıyorum ve bunun içindir ki, bu çocukları ortak yaşamın akıllı ve yararlı üyeleri haline getirecek kolay, ucuz bir ve adil bir yöntemi bulabilecek kişinin ülkenin kurtarıcısı olarak toplum tarafından heykelinin dahi dikilmesine hak kazanacağını sanıyorum. Benim amacımsa, sadece onaylanmış dilencilerin çocuklarına dönük değil, çok daha kapsamlıdır. Belirli bir yaştaki bütün çocukları, sokaklarda yardımımızı isteyenler gibi çocuklarına bakabilecek durumda olmayan ailelere doğan bütün çocukları hedef almaktadır. Öyle bir öneri getiriyorum ki, çocuklar artık anne babalarına ve cemaate yük olup, ömür boyu yiyecek ve giyecek istemek yerine, tersini yapıp, binlerce insanın yiyimine ve biraz da giyimine katkıda bulunabilsinler.

Swift, alçakgönüllü bir öneriden söz edecekmiş gibi görünse de, az sonra (bilmeyenler için özellikle) nasıl şaşırtıcı bir önerinin geleceğini bilenler gülümsemeye başladılar bile. Yazının devamına geçmeden hatırlayalım: Swift bir din adamıdır ve ruhunda en çok dadaist boyutlara varan mizahi bir muhalefet taşımaktadır. Yoksa siyasi bir eleştiri mi demeliydim? Okuyun da kararı kendiniz verin.

Krallığımızın nüfusunun 1,5 milyon olduğu söylenir; bu sayıdan ortalama, kadınları doğurgan olan iki yüz bin çift çıkar; bu iki yüz binden, çocuklarına bakabilen  krallığın bugünkü sıkıntılı durumunda o kadar çok olduğunu sanmamakla beraber  otuz bin çift çıkarsak, geriye yüz yetmiş bin doğurgan çift kalır. Bundan da, düşük yapan ve çocukları ilk bir yıl içinde kaza ya da hastalık nedeniyle ölen elli bin kadını çıkaralım. Demek ki yoksul ailelere her yıl yüz yirmi bin çocuk doğmaktadır. Sorun olan da bu çocukların nasıl besleneceği ve yetiştirileceğidir İşte bu yüzden şimdi en ufak bir itiraza uğramayacağını umduğum naçiz düşüncelerimi sunabilirim.
Londrada tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı bana *bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun; buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak, çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi. Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim.


Şu halde hesaplamış bulunduğum yüz yirmi bin çocuktan yirmi bini, doğurganlık için bir kenara ayrılmalı, yirmi binin dörtte biri de oğlanlar olmalıdır. Bu dörtte bir, koyun, inek ve domuzlarımız için öngördüğümüz sayıdan bile fazladır. Söz konusu çocukların, bizim vahşi insanlarımızın pek takmadıkları evlilik kurumunun meyveleri olmadıklarını düşünürsek, bir erkek dört dişiye hizmet etmeye yeter. Geriye kalan yüz bin tane bir yaşına gelmiş çocuk da, zengin sofralar için etlenmek ve şişmanlamak üzere, son aylarda annelerinden bol bol süt emmeli, zamanı geldiğinde de krallığın kaliteli ve zengin insanlarına satılmalıdırlar. Arkadaşlar arası bir eğlence için, bir çocuktan iki tabak et çıkar; ailece yenen yemeklerde de göğüs ya da buttan dörtte biri yeterli olur, tuzlanıp biberlendikten sonra da dört gün bekletilirse haşlamasının tadına doyulmaz, özellikle kışın.

Şaşkın mısınız?… Niye?… Mantıksız mı Swiftin dedikleri?… Bence gayet mantıklı. Evet mantıklı ama gerçekçi değil. Hep şöyle düşündüm sevgili okuyucu; o öyle olmaz, bu böyleyse böyledir, ya böyle ya da yok dediklerinde içimde hep bir korku oluştu. Neden ve kimden korktuğumu bilmeden korktum sadece. Öyle demekten korktum, böyle yapmaktan korktum. Ya da şunu biliyor olmanın yalnızlığının yanında, ötekini bilip de yapamamanın sancısını çektim dönem dönem. Yahu niye korkuyorum, dünyayı, erdemleri yaratan ben değil miyim diyemedim. Toplum bastırdı, sindik. Baba bağırdı, saklanacak delik aradık. Öğretmen ters baktı, altımıza doldurduk. Gık dedik, Tanrı korkusu dediler(Oysa ki Tanrı sevgisi demelerini ne çok isterdim). Sustuk. Tutkusuz, düşleri olmayan, insan kılığındaki canavarlarla boğuştuk. Bir taş gibi sustuk. İçimizdeki özgür bizle, ölümüne bir savaşa tutuştuk. Swift bir cesaret gösterip, çocukları yiyelim diye alçakgönüllü bir öneri getirmiş toplumuna. Ne var yani bu kadar şaşıracak? Bakın her şeyi hesaplamış da bu öneriyi getirmiş hem. Hiç olmazsa düşünmüş:
Bir dilenci çocuğunun beslenme masrafını hesaplamış  paçavraları dahil, yılda iki şiline geldiklerini bulmuştum. Hiçbir beyefendinin de, özel bir dostu ya da ailesiyle yemek yerken, dört tabak nefis, besleyici et çıkarabilen şişman, besili bir çocuk gövdesine on şilin vermekten yakınmayacağına inanıyorum. Böylece  annelerde sekiz şilin net kar ederek yeni çocuk üretimine hazırlanabileceklerdir.


Rahip yazarımız sadece bir ekonomist gibi değil, bir sosyolog olarak da konuyu irdelemiş. Enine boyuna her ayrıntıyı düşünmüş ve bir bir yazmış:

Bu durum  kanunlar ve cezalarla zorunlu kıldıkları evlilik kurumunu (da) canlandıracaktır. Zavallı bebeklerin geleceğinin, toplum tarafından şu ya da bu şekilde düşünüldüğünden emin olan; her yıl masraf yerine kar edeceğini bilen annelerin de çocuklarına sevgisini ve şefkatini arttıracaktır. Bizler de pazara kimin en şişman çocuğu getireceği konusunda evli kadınlar arasında namuslu bir rekabeti izleyebileceğiz. Erkeklere gelince; dişi atlarına, ineklerine ve doğurmak üzere olan domuzlarına gösterdikleri nezaketi karılarına da gösterecekler; düşük olur korkusuyla karılarını dövmekten ve tekmelemekten kaçınacaklardır.


Ne güzel değil mi? Swift her bir şeyi hesaplayıp yerli yerine oturtmuş. Hatta bu öyle bir öneri ki, kendi önerisini reddedenleri bile düşünerek onlara şöyle seslenmiş:
Benim planıma karşı çıkarak daha iyisini önerme yoluna gidecek yazar veya yazarların, daha önce şu iki noktayı olgunca düşüneceklerini umuyorum. Birincisi, bugünkü koşullarda, yüz bin işe yaramaz boğaz ve sırta nasıl yiyecek ve giyecek bulacaksınız? İkincisi; bu krallıkta bir milyon dolayında insan şeklinde girmiş yaratık var oldukça ve bunlara her gün dilenen kadınlarla çocuklar eklendikçe; bu önerdiğim yeniliği sevmeyen politikacılar önce ana babalarına şunu sormalıdırlar: acaba onlar da henüz bir yaşındayken, tarif ettiğim gibi yenmek üzere satılmayı; toprak sahiplerinin baskısına, kirasını ödeyecek kadar bile para kazanamamanın yanı sıra işsizliğe, geçimini sağlayamamaya, havanın sertliğine karşı korunacak elbise ve bir dama bile sahip olmamaya; ve bu sefaletin aynısını ya da daha beterini sonsuzluğa dek çocuklarına aktarmanın kaçınılmaz geleceğine yeğlemezler miydi?

Swift’in El Yazısı

Swiftin bu muhteşem diye nitelediğim yazısını ilk kez okuduğumda çok gençtim. Öneriye çarpılmıştım. Ama öte yandan, kafadan sorunlu biri ancak böyle bir şey yazar diye geçirmiştim içimden. Şimdi öyle düşünmüyorum. Hayır, insan yiyen bir vampire dönüşmedim tabii ki. Sadece politik karşı duruşun sınırsızlığını daha iyi öğrendim belki. Dada dosyasında Jonathan Swifti işlemek ne kadar doğru oldu bilmiyorum ama, uzaktan bakıldığında aynı dada düşüncesinin filizlendiği bir karamsarlık ortamı adına benzerlikler buldum sanki. Aralarında tas tamam 400 yıl olsa bile Demek ki dada; ismi konmadan da hep vardı ya da adı ne olursa olsun dada hep var olan, ama çevre ve sosyolojik koşullara göre kendini yeniden kurgulayan bir akıl virüsü olacak. Genel değerlendirmeye geçip dada dosyasını kapatmadan çılgın rahip Swiftin önerisini nasıl bağladığına da bir göz atalım:

Bu gerekli ödevi yürürlüğe koymak uğraşında en küçük bir kişisel çıkarım olmadığını; ticaretimizin gelişmesi, çocukların beslenmesi, fakirlerin acılarının dindirilmesi ve zenginlere biraz zevk verilmesi yoluyla ülkemin toptan iyiliğini istemekten başka hiçbir amacım olmadığını en içten duygularımla açıklarım. Benim tek kuruş kazanabileceğim çocuğum yok; çocuklarımın en ufağı dokuz yaşında, karım da doğurganlık çağını geride bırakmış bulunuyor. (1729) (Çeviri; Dara Çolakoğlu)

Dada dada dedik nerelere geldik? Artık yavaş yavaş çekilme zamanı. Öyle dedik sığmadı, böyle dedik uymadı. Dada belki de çok kötü ve saçma değildir, kim bilir? Bu yazılarla ne dadayı savunmak ne de onu yermek gibi bir derdim olmadı. Ben sadece okuma oranının yerlerde süründüğü günümüzde, renkli hikayelerle dolu dadacıları ve onun düşünsel zeminini kurcalayan alçakgönüllü bir üçleme yazdım, o kadar. Kuşkusuz içinizden çoğu bunları biliyordunuz ya da yazılarımla sabit yaşam görüşünüzü değiştirmek amacı gütmediğimi biliyorsunuzdur. Ben haddini bilen bir adamım. Sadece düşünsel zikzaklara ilgisi olan, özgürlüğü oralarda arayan ve bir kez daha aynı zırvalıkları yaşamamak için, öncekilerden ders almaya çalışan biri Dada savaşın çocuğudur. Dada yıkıcı karamsarlığın, beden bulmuş şaşkın ruhların karşı duruşudur. Dada bağımsızlık gereksiniminden doğmuş; ve taraftarını ölümüne özgürleştiren bir eylemdir. Onlar hep özgürdürler. Çünkü hiçbir teoriyi tanımazlar. Belki de dada; birinin sindiremediği dünya işleriyle arasına mesafe koymasıdır, ne bileyim? Swift de öyle dememiş miydi? Biri benimle arasına mesafe koymuşsa, tek tesellim onun da aynı mesafede kalmasıdır. Belki de dada, yok oluşun iradeye dayalı bilincidir. Aynı fakir bir adama nasıl yaşadığı sorulduğunda verdiği cevap gibi; aynı bir sabun gibi yaşıyorum, sürekli ufalarak.

Cros Portre

Cros, Twain, Allais, Swift derken muhabbet uzadı gitti. Dada dosyasını kapatırken en sıkı dada şiirlerinden birini dinlemek isteyeceğinizi düşündüm nedense. Siz o şiire hazırlanırken, ben üçlemenin sloganını atarak yazımı bitireyim: Yaşasın dada, kahrolsun dada!

ne neşeliydi ne de kederli
bir dadaistin şarkısı
ne neşeliydi ne de kederli
sevdiği bisikletçi
fakat eşler yılın günü
her şeyi biliyordu ve bir kriz anında
vatikana yolladılar
iki bedenlerini üç valiz içinde.
güzel beyinler yiyin
askerlerinizi yıkayın
dada
dada
su için!
kuşların sütünü için,
çikolatalarınızı yıkayın
dada
dada
dana yiyin!
Dada; melodisi çekilmez ve aynı zamanda bitmez bir şarkıdır.